HACI FERŞAT EFENDİ’NİN ATATÜRK İLE GÖRÜŞMESİ

 OF-ÇAYKARA ULEMASINDAN HACI FERŞAT EFENDİ’NİN ATATÜRK İLE GÖRÜŞMESİNDE GÖZDEN KAÇAN ÇOK ÖNEMLİ BİR AYRINTI

Oflu Hoca kavramının oluşması ve tanınıp yaygınlaşmasında en büyük payı olanların başında gelen Hacı Ferşat (İbrahim Hakkı) Efendi 1866 yılında şimdiki Çaykara’nın Yeşilalan (Holaysa) Köyü’nde dünyaya gelir. Sibyan Mektebi ve Arapça’ya Giriş eğitiminden sonra esas eğitimini köyünde imamet ve medrese müderrisliği görevinde bulunan Huşo Mahallesi’nden meşhur Numanoğlu Numan Efendi (1813- 1892)’den alır. Bu eğitimi esnasında Of’un Hanlut Köyü’nden gelip Huşo mahallesine yerleşen ve mezar taşında “Tarikati Aliyyei Nakşibendiye-i Ziyaiye Meşayihinden Kürt Ahmet Efendi, 1904” şeklinde tanıtılan Numan Efendi’nin Damadı “Kürdo” lâkaplı Şeyh Ahmet Efendi ile müşerref olur ki bu Ferşat Efendi’nin tarikat gerçeği ile ilk karşılaşmasıdır. Zira Hacı Ferşat Efendi’ ölümüne kadar her hafta gerek hocası Numan Efendi’nin, gerekse Tarikat Şeyhi Kürdo’nun kabirlerini ziyareti aksatmadığını; halden düşünce de bu ziyaretlerini, bizim kuşağın da tanıdığı, öğrencisi, Zeleka Camii İmamı Karahasanoğlu Kiki Mehmet Efendi (1882-1962)’nin sırtında devam ettiğinin canlı şahitlerini Bizim Kuşak yakinen tanımaktadır.

İcazetinden sonra tahsilini derinleştirmek için çıktığı İstanbul seyahatinde, daha sonra kayınpederi olacak olan, Süleymaniye Nakşibendî Dergâhı Şeyhlerinden Ahmet Ziyauddin Gümüşhanevi’nin halifesi, Kondu’lu Yusuf Şevki Efendi’ (1840-1904) ile tanışır. İstanbul’a vasıl olunca da, onun tavsiyesi ve tavassutu ile bir taraftan Süleymaniye Medresesi’nde ileri tahsilini devam ettirirken diğer taraftan da, Nakşibendî Tarikatı Şeyhi Ahmet Ziyauddin Gümüşhanevi (1813-1893) ile tanışır. 1890 Yılında Tarikata intisap ederek tasavvuf yoluna girer. İstanbul’daki tahsilini tamamlayıp Trabzon’a dönüşünden sonra Rize-İkizdere-Güneyce Beldesi Camiinde görevli Vardalı Şeyh Osman Niyazi Efendi (1828-1909)’ye intisap eder. 1908 yılında burada halvete girerek şeyhinin halifesi olur.1909 Yılında, Şeyhinin vefatı üzerine de varisi olarak, şeyhlik makamına geçer ve aynı yerde imamet, müderrislik ve irşat görevini üslenir. İstanbul’a giderek Nakşibendî Tarikatı’na bağlı Gümüşhanevi Tekkesinin Postnişi Safranbolulu Şeyh İsmail Necati Efendi (1840-1919)’nin yönettiği halvete de iştirak ederek manevi alanda ender insana nasip olan merhalelere ulaşır. 1911 yılında Meşakkatli yolculukları aşarak Hac Farizasını eda eder. Artık O, başka dünyaların insanı, Tarikat Şeyhi Hacı Ferşat Efendidir. Az yiyen, az konuşan, zikrullah ile meşgul bir Piri Fanidir.

Üç yıl kadar süren Rize görevi esnasında köyünü ziyaret etmeyi de ihmal etmez. Çoğu zaman yaya olur bu ziyaretler. Yolculuklarının birinde, köprüsü olmayan bir derenin kenarına gelince, ıslanmasınlar diye ayakkabıları ile çoraplarını çıkarıp eline almanın hazırlığında iken peşinden gelmekte olan iki silahlı hayduttan biri başına dikilerek, sert bir eda ile:

- Ben ayaklarımı çıkaramam; kalk, beni karşıya geçir, der.

Ferşat Efendi ne derse lâf anlatamaz Haydut’a ve çaresiz yüklenir karşıya geçirir onu. Yollarına devem ederler bir biri ardından. Of’a yaklaşınca insanlar birer ikişer Ferşat Efendinin etrafında birikmeye başlar. Merkeze varınca birikim kalabalığa dönüşür. Haydut baltayı taşa vurduğunu anlayarak bu sefer ezile büzüle Hoca Efendiye yaklaşarak, suçlu olmanın ezikliği ile yalvarır:

- Hoca Efendi af edin beni, cehaletimi bağışlayın, anlayamadım büyük bir eşeklik ettim, ne olur affedin beni.

Yaşadığı manevi dünyadan uyanır gibi başını kaldırır, latif ve lahuti bir eda ile cevap verir Haydut’a Hacı Ferşat:

- Benim af edeceğim bir şey yoktur evladım, af ve mağfiret sahibi yalnız ve ancak Cenabı Haktır; kaldı ki o olayda senin bir kusurun yoktur, kusur bendedir. Kim bilir ne büyük bir hata işledim ki Cenabı Rabbul Alemin, senin gibi bir eşeği ceza olarak taşıttı bana. Haydı var işine git, Allahtan af dile ve bundan sonra asi olma.

Yaşı ilerlemekte olan Hoca Efendiyi bu gidiş gelişler zorlamaya başlar. 1912 yılında köyüne döner. Merkez Camiine imam olur. Caminin yanında yaptırdığı Medresede müderrislik ve irşat görevlerini de beraber yürütür.

24 Şubat 1916’da Rize’yi işgal ederek dayandıkları Of-Baltacı Deresini 17 gün boyunca savunarak Ruslara mezar eden milis kuvvetlerine katılır öğrencileri ile.

Ferşat Efendi’nin Of Boğazı’nda en büyük yeniliği tasavvufu bayanlar arasında da yayması olur. Hanım bilgelere verdiği vekâletlerle hem kendi tekkesinde hem de çevre köylerdeki hanımların kendi aralarında zikir toplantıları yapmalarını sağlar. Başta kendisinin de ders aldığı Gargar Müslim Efendi (1851-1938) olmak üzere Boğazın ileri gelen ulemasının bir kısmı buna şiddetle karşı çıkar; ancak bu O’nu etkilemez; ünü hızla yayılır, etki alanı genişler. Rize, Of, Gümüşhane ve Bayburt Bölgesi Gümüşhanevi Dergâhı’nın kütüphane ve varlıklarının mütevellisi olur. Artık ünü tüm bölgeye yayılmıştır. Sorumlu olduğu kütüphanelerden Rusların yağmaladıkları kitapların geri alınması için 18 Kasım 1921’de Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya yazılı başvuruda bulunur. Bölge ulemasının reisi sıfatı ile 15 Eylül 1924’te Trabzon’da, 25 Eylül 1924’te Samsun’da ve 15 Ağustos 1925’te de Ankara’da Mustafa Kemal’in davetlerine icabet ederek görüşmelerde bulunur.

Kıyafet İnkılâbı ile ilgili çalışmaların yürütüldüğü süreçte, Mustafa Kemal değişik bölgelerden kanaat önderlerini ikna etmek ve desteklerini almak üzere Ankara’ya davet eder. Hacı Ferşat Efendi de davet edilenlerdendir tabii olarak. Görüşmeleri esnasında Mustafa Kemal, muhtemelen yörelerini

temsilen davet edip tek tek görüştüğü Hoca Efendilere de tevcih ettiği o meşhur soruyu sorar Hacı Ferşat Efendi’ye, şapkayı başına koyarak:

- Hoca Efendi, şimdi sen gâvur mu oldun?

Hoca Efendi’den “hayır” cevabını alınca da bu sefer şapkayı kendi başına koyarak tekrar sorar:

- Peki, ben gâvur oldum mu?

Hoca Efendi’ “evet sen gâvur oldun” manasına başı ile işaret edince sormaya devam eder:

- Hoca Efendi, şapka aynı şapka; sen takınca gâvur olmuyorsun, ben takınca gâvur oluyorum, nasıl olur?

Hoca Efendi de, yüz yıldır anlatıldığı ve bazı kaynaklarda zikredildiği gibi gerekçesini açıklar:

- Siz devlet başkanısınız, ben size itaat etmek zorundayım, şapkayı mecburen giydim, onun için ben gâvur olmadım; oysa siz kendi iradenizle kapandınız, mecbur değildiniz, diye yanıtlar Paşa’yı ve cesur cevabı dolayısı ile Mustafa Kemal tarafından hoş karşılanarak vazifesine uğurlanır.

Oysa sohbetin akışı böyle değildir kimi nakillere göre. Bu kaynaklar, olayı aynen aktarmakla beraber sonucunun şöyle bağlandığını naklederler:

Hoca Efendi gerekçe olarak, siz devlet başkanısınız emrettiniz, uymak zorundaydım giydim gâvur olmadım, oysa siz mecbur değildiniz, kendi iradenizle giydiniz gâvur oldunuz deyince, Mustafa Kemal de kelimelerinin üzerine basa basa verir o meşhur cevabını:

- Hayır Hoca Efendi hayır, bildiğiniz gibi değil, ben de mecbur olduğum için giyiyorum bu şapkayı… Korkmayın hiç birimiz gâvur olmadık; gidiniz hizmetlerinize devam ediniz; diyerek uğurlar Hoca Efendi’yi.

Hoca Efendi de ölüm tarihi olan 3 Eylül 1929’a kadar eğitim ve irşat faaliyetlerini devam ettirir köyü Holaysa’da. 300 civarında talebeye icazet ve sayıları on binleri bulan müritlerine el vererek…

Bu olay hızlı bir değişimin yaşandığı günümüze ışık tutması açısından çok anlamlıdır. Demek ki bağımsız olsalar bile ülkeler dünyayı göz ardı ederek başına buyruk yaşayamazlar; birbirlerinin istek ve temennilerini göz ardı edemezler. Cari kurallara uymazlarsa başlarının her an belada olacağını

bilirler ve ona göre hareket ederler. Etmeyenler için de felâketler mukadder olur.

Ahmet MUTLUOĞLU

İstanbul-Çamlıca, 24. 12. 201

YORUM EKLE

banner81

banner22

banner21

banner24